Kadın, yaşadığı coğrafyada nüfusun en az yarısını oluşturmasına rağmen, tarih yazımında erkeklerin oynadığı büyük rol nedeniyle sadece erkeklerin yaptıkları ve onların mühim kıldığı şeyler tarihe kayıt olarak geçti. Bu duruma tarih dendi ve anlatılıp yayılan bu bilgiler oldu. Oysa toplumun bir diğer yarısı olan, inşaasında çok mühim rol oynayan kadınlardan söz edilmeyen bir tarih ne kadar gerçek ve objektif olabilir? Eril bakış ile yanlı yazılan bir tarih ne denli bütünsel kabul edilebilinir? Bazı alt sınıf erkekler de (köylü, işçi, köle) tarih yazımına dahil edilmemiş ama bu tamamen sınıfsal bir problem. Burada cinsiyet yüzünden bir ayrışmadan söz edemeyiz.

Tarihsel süreç içerisinde görülen o ki kadınların tarih yazımında yer almaması gibi sistemsel şekilde bilimden felsefeden de el çektirilmiş olması söz konusu. Bu hususlar kadını kurban (victimized) olarak konumlandırıp, erkeğin egemenliği altına alıyorsa da (subordination) bunu kavramsallaştırmaktan kaçınmak gerekir.
Kadın tarihi araştırmacısı Gerda Lerner tüm bu mahrumiyeti “kadın tarihinin diyalektiği” olarak isimlendirmiş. Geleneksel ataerkil bakış açısında kadının biyolojik sebeplerle bundan mahrum kaldığı vurgulanır. Kadın duygusaldır (inferiority) munistir ve annedir (nurteance), bu yüzden daha geri plandadır ve bu onun doğasıdır. Lerner ise bunu biyolojik determinizm olarak tanımlıyor.
Kadın ve erkeğin biyolojik farklılıklarına biçilen değerleri kültür ile alakalı buluyor. Elbette insan varlığı ve hayatı salt biyolojik olgular temel alınarak açıklanamaz.
Kadının erkeğin daha altında konumlandırılmasının ne zaman ne sebeple başladığı konusuna cevaplar aranmış. Cinsiyet rollerini şekillendiren kültürel yapıda ataerkilliğin kurumsallaştığı zamanları anlamlandırmak bu noktada daha önemli görünüyor. Gelenekselcilere göre kadın erkek farklılığı tanrıdan gelmiştir. Onlar anneliği kadının tek ve gerçek amacı olarak nitelemişler. O kadar ki, çocuk yapmayan kadını sapkınlıkla nitelemişler. Erkeklerin güçlü olması onları avcılıkta yetenekli kılmış silah kullanmayı geliştirebilmiş ve bu yönde üstünlüğü hakim kılmıştır. Ancak bu savı antropolojik çalışmalar desteklemiyor. Avcı topluluklarda bile yiyecek için büyük ölçüde kadın ve çocuklarının toplayıcı olduğu, avlanmaya daha az başvurulduğu görülmüş. Avcılıkla elde edilen et kıymetli ise de avlanma çok daha zahmetli ve riskli, bu nedenle toplayıcılıkla gelen teminin daha yaygın olduğu araştırmaları var.

Gelişen çağın cinsiyet rollerine etkisine bakıldığında, gelenekselcilerin gelişen teknolojiyi göz ardı ettiği görülür. Kadının rolüne neolitik çağdaki gibi devam etmeleri nasıl beklenebilir? İlerleyen sağlık sistemleri ile bebek ölümleri azaldı ve anneler eskisi gibi çok çocuk doğurmak zorunda kalmıyorlar.
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabındaki görüşlerine göre ise özel mülkiyetin olmadığı ilkel dönemlerde toplumda eşitlik vardı. O, “Dünyanın kadın üzerine tarihsel saldırısını” mülkiyet sahibi zengin elitlerin hakim olduğu ilkel devletin oluşumuna bağlamıştı.
Kadınların bir kitle olarak erkekler üstünde karar verebilip, cinsel yaşamın kurallarını belirleyebildiği, evlilik düzenlemesi yapabildiği bir toplum yapısına hiç sahip olunmadı. Tarihte anaerkil toplumu neredeyse hiç görmüyoruz. Anasoylu ve anayerlilik bazı coğrafyalarda mevcut. Ancak bunun da oldukça kırılgan ve geçici dönemler olduğunu anlaşılıyor. Ayrıca bu toplumlarda kadınların bazı ayrıcalıkları olmakla birlikte karar mercinin yine daha çok erkekler olduğu anlaşılıyor.

Lerner, kadının 2. sınıf oluşuna giden yolu anlamaya çalışmış ve bunu tek bir nedene bağlayarak anlatmaktan kesinlikle kaçınmış. Ona göre cinsiyet rollerini anlamaya çalışırken, olayların olguların olma biçimi, farklılıkları benzerlikleri tüm yönüyle ve objektif ele alınmalı. Örneğin cariyelik kurumunu anlamlandırmaya on dokuz, yirminci yüzyılın motivasyonlarını kullanarak yaklaşmak anlamsız olacaktır.
Lerner’a göre tarih öncesi dönemdeki iş bölümünü anlamak için yaşayışlara bakıldığında kadının doğurma ve annelik yapma özellliği çok belirleyici olmuş. Çünkü yaşam ortalaması uzun değil, çocuk ölümü de fazla bu yüzden çok çocuk yapılmalı ve doğurulan çocuk iki üç seneler emzirilmeli, bu durumda kadın avda yer alamadı ve ilk iş dağılımı oluşmuş oldu. Kadının daha güçsüz olduğu için değil doğurup yaşamın devamlılığını sağladığı için erkekler daha fazla ava çıktı. Bu aşamalarda biyolojik farklardan söz edilebilirsek de günümüzde bu farkların belirleyici olmasını savunamayız. Bu çağda dikte edilen erkek hegamonyası tamamen kültürel bir dayatmadır.
Kaynak,
Lerner, Gerda, “The Female Experience”, 1977
“Nilgün Dalkesen, İMU, Kadın Tarihi ders notları.”